Translate

10 Mayıs 2014 Cumartesi

BİR MARDİN HİKAYESİ

“Burada dur, burda çok güzel Facebook profil fotoğrafı çekilirsin abla” diyen Hamza’ya gelsin….


Yazamadım uzun zamandır. Klasikleşmiş, kalıplaşmış cümleler vardır ya “Çok yoğunum; oradan oraya koşturuyorum ve zamanı yakalayamıyorum. Kendime bile ayırabilecek zamanım yok.”  İşte bu aralar bende o sıkıcı cümleleri kullanırken buluyorum kendimi. İnsan kendinden sıkılır mı, sıkılır! o hallerdeyim. İş hayatı, ev, yüksek lisans, aile, sosyal yaşam derken sonuç ortada. Olduğu kadar deyip, yola devam ediyorum.
İş güç derken geçen zamanın arasında Mardin’e gittim. Yine benim için bir iş gezisiydi ama nihayetinde geziydi. Hep merak ettiğim Mardin’i ve çevresini görme, tanıma fırsatı vardı.

Sonuç olarak efsane şehir Mardin’e İzmir’den direk uçuş ile gittik.

İzmir’de yağmurun olduğu hafta sonu biz 30 derece sıcaklıkta bulduk kendimizi. Nisan ayının sonu Mardin gezisi için ideal zamanmış. Mardin’in kendine has dokusu ve rengi var. Taş evler ile bezenmiş daracık sokakları, rengârenk çarşısı ile kendine has bir duruşu var. İmkân ve fırsatlar dâhilinde gezilmesi gereken, en azından bir kez görülmesi gereken yerlerden.

Her yerde tarih var

5. yy’dan bugüne kadar gelmiş yapılara hayranlık, şaşkınlık içinde bakakaldığımı hatırlıyorum. Mardin eski ve yeni Mardin olmak üzere ikiye ayrılmış. Akıllardaki Mardin tabiiki eski Mardin. Eski Mardin'in herbir köşesi tarih kokuyor.

Kasımiye Medresesini, şehrin simgesi olan Ulu Camii’yi, Zinciriye Medresesini ve Tarihi Postahane’yi ziyaret ettik. Şehrin insanlarını yakından tanıma fırsatı bulduk. Kimisi evlerini açtı; günlük yaşamlarını birebir anlattı. Kimisi ise yoldaki sohbetlerde şehrin tarihinden, günlük yaşamlarından, beklentilerinden bahsetti. Doğal ve içten Mardin insanı hoşgörü ve birlikteliğin önemini göstermiş oldu.


Mardin’de yemeklerin isimleri bile farklı. Daha önce hiç duymadığım, telaffuz etmekte zorlandığım yemekler vardı. İtalya’ya gitsem menü daha tanıdık gelirdi sanırım.(İtalyanca bilmememe rağmen)
Yediklerini değil gördüklerini anlat diyenler olacaktır. Haklısınız ama bir dakika şunu hayal edin; Mistik bir yerde, taş binaların içinde, harika mezapotamya ovası manzarası eşliğinde, gümüş kaplarda gelen yemekleri yediğinizi, üstüne kahvenizi sultanlara yaraşır bu kahve fincanlarında içtiğinizi, yemeğin sonunda ise masada ellerinizin gül suyu ile yıkandığını…


İşte hayal değil gerçekti benimki. Ama şunu da belirtmeliyim bu hayali yaşamak için Mardin’in fiyat skalasının biraz üstünde olan bir mekana gitmek gerekiyor. Fiyatlar biraz turistik, biraz tuzluydu.
Hayal gerçekle buluşunca yok olmadı değilJ Neyse biz gezimize devam edelim…

Mardin denilince unutmayacağım 3 kişi var.
Biri Salih amca. Antik Tatlı dede Oteli’nin sahibi. 
http://www.tatlidede.com.tr/

Çok tesadüfi bir şekilde tanıştık kendisi ile.
Bir dükkandan şahmaranlı tepsi alırken, bize özel indirim yaptırdı İzmir’li olduğumuzu duyunca. Sonra 200 metre ilerde benim otelim var lütfen siz gidin bir gezin ben geliyorum dedi. 850 yıllık tarihi olan bir butik otele doğru gittiğimizi bilmeden yürümeye başladık.


Bir otel bu kadar mı güzel olur. Mardin’e o otelin terasından bakmanızı tavsiye ederim. Bizim gibi şanslıysanız ve Salih Amcayı bulursanız, keyifli sohbetiyle harika bir zaman geçirirsiniz.

İkinci gün ise Yüzyıllarca Süryani cemaatinin bağlı olduğu Deyrulzaferan Manastırı’nı gezdik. İsa’dan sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran Manastırı, muhteşem mimarisinin yanında Süryani Kilisesi’nin önemli merkezlerinden biri. 1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgâh yeri olduğunu öğrendiğimiz Manastırın temellerini teşkil eden, 4000 yıllık Güneş Tapınağı’nı görme fırsatımız oldu.
Sonrasında ise 10000 yıllık tarihi ile ikinci Hasankeyf olan, Pers Kralı Darius’un adını alan Dara Antik Kenti‘ne doğru yola çıktık. Bu yerleşim antik kaynaklarda Mezopotamya'nın Efes’i olarak tanınıyormuş.
Dara antik kentinde 40 Metre derinliğe inilen, yöre halkının Zindan diye tabir ettiği Depo ise gerçekten görülmeye değerdi.
Mardinde nereye gidersen git seni ilk karşılayan çocuklar oluyor.Hemen etrafını sarıp,buranın tarihini anlatmamı ister misiniz diye yanınıza birbirinden tatlı çocuklar geliyor. 2 çocuk resmen düet yaparak anlattılar Zindanı ve hikayesini.  Biri söze başlarken diğeri tamamladı arkadaşının lafını.

Şehri ve insanlarını en iyi şekilde görebilmek için şehirde kaybolmalısınız diyen rehberimizin tavsiyesi üzerine Mardin’de bize verilen serbest zamanı Mardin’in sokaklarında kaybolarak geçirdik. Farklı mimarisi ile göz dolduran Mardin, çarşısı ile de farklı bir kültürün temsilcisiydi adeta. Rengarenk şalların, yöresel motifler ile bezenmiş şalvarların, gümüşlerin olduğu çarşısı alabildiğine renkli ve güzeldi.



Üçüncü günümüzde Midyat'a gittik.El sanatının en güzel örneklerinden Mardin'in meşhur telkarilerin merkezi işte burası. Onun için aklınızda olsun telkari yada kazaziye(Aşk Düğümü) almak isterseniz Midyat'a gidin. Hem daha çok çeşit var hemde daha ekonomik. Ben Mardin'den aldığım kolyenin aynısını Midyat'ta daha uygun fiyata gördüm. Ben ettim siz etmeyin:) Özellikle kazaziyeler çok modern. Hediye almak isteyenlere minik bir hatırlatma olsun.

Sonrasında Midyat’tan ayrılıp,  insanlığın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Hasankeyf'e gittik.Tarihi 10 bin yıl öncesine dayanıyormuş. Hasankeyf'i gördüğüm için gerçekten çok mutluyum çünkü akıbeti belli değil. Ilısu barajının yapılması ile  sular altında kalacağı söyleniyor. 


Şuan herhangi bir tartışmaya girmeyeceğim tabiiki ama Hasankeyf'te oturan minik arkadaşımız Emre'nin lafını unutmayacağım.

Ben: Burası çok güzelmiş. Sular altında kalacak olmasına çok üzüldüm.
Emre: Abla sen bir gün üzüldün biz her gün üzülüyoruz...

Evet gelelim Emre ve Hamza'ya..... Hasankeyf'te karşıladı bizi iki yakın dost. Siz akraba mısınız diye sorduğumda hemen cevabı yapıştırdılar Biz dost, sırdaş, arkadaş, yoldaşız...  


(Fotoğraftaki beyler; soldaki Emre,sağdaki Hamza)
İkisi de birbirinden fırlama ve hazır cevap. Hamza Hasankeyf'te oturuyor. Evinin manzarası Hasankeyf. Ama taşınacaklarmış. Yoksa ölürüz burda nasıl yaşayalım dedi. Hasankeyf denilince unutmayacağım kişiler de Hamza ve Emre. Şimdi facebook arkadaşım. Bilgisayar ve telefonu yokmuş ama İnternet kafe diye birşey varmış:)


Mardin'den neler alınabilir?
Badem şekerleri çok farklı. Rengi mavi ama boya değil kesinlikle. Bu şekerler Lahor ağacının kökünden elde edilen boyayla renklendiriliyormuş. Hani eskiden bebeklerin ağzı pamukçuk olunca mürekkep gibi bir şey damlatırmış. İşte o da lahor ağacının kök boyasıymış.
Bıttım sabunu... Saça faydası varmış.
Telkari
Gümüş takı
Tepsi
Artukbey'e gitmenizi öneririm aslında...Leblebi, sumak, kırmızı toz biber, menengiç kahve,vs.. Herşey var ve hediyelik için çok şık kutular hazırlamışlar.http://www.mardinkuruyemis.com/
ve Şal



2 yorum:

  1. Diline ve kalemine sağlık Ezgicim. Memleketimi bir de senin kelimelerinle okumak bana ayri bir keyif verdi. Birdahaki sefere bizde kalıp damda yatmalısın :")

    YanıtlaSil
  2. elinize sağlık Mardin'i özetlediniz bir nevi :)

    YanıtlaSil