“Burada dur, burda çok güzel Facebook
profil fotoğrafı çekilirsin abla” diyen Hamza’ya gelsin….
Yazamadım
uzun zamandır. Klasikleşmiş, kalıplaşmış cümleler vardır ya “Çok yoğunum; oradan
oraya koşturuyorum ve zamanı yakalayamıyorum. Kendime bile ayırabilecek zamanım
yok.” İşte bu aralar bende o sıkıcı
cümleleri kullanırken buluyorum kendimi. İnsan kendinden sıkılır mı, sıkılır! o
hallerdeyim. İş hayatı, ev, yüksek lisans, aile, sosyal yaşam derken sonuç
ortada. Olduğu kadar deyip, yola devam ediyorum.
İş güç
derken geçen zamanın arasında Mardin’e gittim. Yine benim için bir iş gezisiydi
ama nihayetinde geziydi. Hep merak ettiğim Mardin’i ve çevresini görme, tanıma
fırsatı vardı.
Sonuç olarak efsane şehir Mardin’e İzmir’den direk
uçuş ile gittik.
İzmir’de
yağmurun olduğu hafta sonu biz 30 derece sıcaklıkta bulduk kendimizi. Nisan
ayının sonu Mardin gezisi için ideal zamanmış. Mardin’in kendine has dokusu ve
rengi var. Taş evler ile bezenmiş daracık sokakları, rengârenk çarşısı ile kendine
has bir duruşu var. İmkân ve fırsatlar dâhilinde gezilmesi gereken, en azından
bir kez görülmesi gereken yerlerden.
5. yy’dan
bugüne kadar gelmiş yapılara hayranlık, şaşkınlık içinde bakakaldığımı
hatırlıyorum. Mardin eski ve yeni Mardin olmak üzere ikiye ayrılmış.
Akıllardaki Mardin tabiiki eski Mardin. Eski Mardin'in herbir köşesi
tarih kokuyor.
Kasımiye Medresesini,
şehrin simgesi olan Ulu Camii’yi, Zinciriye Medresesini ve Tarihi Postahane’yi
ziyaret ettik. Şehrin insanlarını yakından tanıma fırsatı bulduk. Kimisi
evlerini açtı; günlük yaşamlarını birebir anlattı. Kimisi ise yoldaki
sohbetlerde şehrin tarihinden, günlük yaşamlarından, beklentilerinden bahsetti.
Doğal ve içten Mardin insanı hoşgörü ve birlikteliğin önemini göstermiş oldu.
Mardin’de yemeklerin
isimleri bile farklı. Daha önce hiç duymadığım, telaffuz etmekte zorlandığım
yemekler vardı. İtalya’ya gitsem menü daha tanıdık gelirdi sanırım.(İtalyanca
bilmememe rağmen)
Yediklerini değil
gördüklerini anlat diyenler olacaktır. Haklısınız ama bir dakika şunu hayal
edin; Mistik bir yerde, taş binaların içinde, harika mezapotamya ovası
manzarası eşliğinde, gümüş kaplarda gelen yemekleri yediğinizi, üstüne
kahvenizi sultanlara yaraşır bu kahve fincanlarında içtiğinizi, yemeğin sonunda
ise masada ellerinizin gül suyu ile yıkandığını…
İşte hayal değil
gerçekti benimki. Ama şunu da belirtmeliyim bu hayali
yaşamak için Mardin’in fiyat skalasının biraz üstünde olan bir mekana gitmek
gerekiyor. Fiyatlar biraz turistik, biraz tuzluydu.
Hayal gerçekle
buluşunca yok olmadı değilJ Neyse biz gezimize devam edelim…
Mardin denilince
unutmayacağım 3 kişi var.
Bir dükkandan şahmaranlı
tepsi alırken, bize özel indirim yaptırdı İzmir’li olduğumuzu
duyunca. Sonra 200 metre ilerde benim otelim var lütfen siz gidin bir gezin
ben geliyorum dedi. 850 yıllık tarihi olan bir butik otele doğru gittiğimizi
bilmeden yürümeye başladık.
Bir otel bu kadar mı
güzel olur. Mardin’e o otelin terasından bakmanızı tavsiye ederim. Bizim gibi
şanslıysanız ve Salih Amcayı bulursanız, keyifli sohbetiyle harika bir zaman
geçirirsiniz.
İkinci gün ise
Yüzyıllarca Süryani cemaatinin bağlı olduğu Deyrulzaferan Manastırı’nı gezdik.
İsa’dan sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran Manastırı, muhteşem
mimarisinin yanında Süryani Kilisesi’nin önemli merkezlerinden biri. 1932’ye
kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgâh yeri olduğunu
öğrendiğimiz Manastırın temellerini teşkil eden, 4000 yıllık Güneş Tapınağı’nı
görme fırsatımız oldu.
Sonrasında ise 10000
yıllık tarihi ile ikinci Hasankeyf olan, Pers Kralı Darius’un adını alan Dara
Antik Kenti‘ne doğru yola çıktık. Bu yerleşim antik kaynaklarda Mezopotamya'nın Efes’i olarak tanınıyormuş.
Dara antik kentinde 40 Metre derinliğe inilen, yöre
halkının Zindan diye tabir ettiği Depo ise gerçekten görülmeye değerdi.
Mardinde nereye gidersen git seni ilk karşılayan
çocuklar oluyor.Hemen etrafını sarıp,buranın tarihini anlatmamı ister misiniz
diye yanınıza birbirinden tatlı çocuklar geliyor. 2 çocuk resmen düet yaparak
anlattılar Zindanı ve hikayesini. Biri söze
başlarken diğeri tamamladı arkadaşının lafını.
Şehri ve insanlarını en
iyi şekilde görebilmek için şehirde kaybolmalısınız diyen rehberimizin
tavsiyesi üzerine Mardin’de bize verilen serbest zamanı Mardin’in sokaklarında
kaybolarak geçirdik. Farklı mimarisi ile göz dolduran Mardin, çarşısı ile de
farklı bir kültürün temsilcisiydi adeta. Rengarenk şalların, yöresel motifler
ile bezenmiş şalvarların, gümüşlerin olduğu çarşısı alabildiğine renkli ve
güzeldi.
Üçüncü günümüzde
Midyat'a gittik.El sanatının en güzel örneklerinden Mardin'in meşhur
telkarilerin merkezi işte burası. Onun için aklınızda olsun telkari yada
kazaziye(Aşk Düğümü) almak isterseniz Midyat'a gidin. Hem daha çok çeşit var
hemde daha ekonomik. Ben Mardin'den aldığım kolyenin aynısını Midyat'ta daha
uygun fiyata gördüm. Ben ettim siz etmeyin:) Özellikle kazaziyeler çok modern. Hediye
almak isteyenlere minik bir hatırlatma olsun.
Sonrasında Midyat’tan
ayrılıp, insanlığın en eski yerleşim
yerlerinden biri olan Hasankeyf'e gittik.Tarihi 10 bin yıl öncesine dayanıyormuş. Hasankeyf'i gördüğüm için gerçekten çok mutluyum çünkü akıbeti
belli değil. Ilısu barajının yapılması ile
sular altında kalacağı söyleniyor.
Şuan herhangi bir tartışmaya
girmeyeceğim tabiiki ama Hasankeyf'te oturan minik arkadaşımız Emre'nin lafını
unutmayacağım.
Ben:
Burası çok güzelmiş. Sular altında kalacak olmasına çok üzüldüm.
Emre:
Abla sen bir gün üzüldün biz her gün üzülüyoruz...
Evet gelelim Emre ve
Hamza'ya..... Hasankeyf'te karşıladı bizi iki yakın dost. Siz akraba mısınız diye
sorduğumda hemen cevabı yapıştırdılar Biz dost, sırdaş, arkadaş, yoldaşız...
(Fotoğraftaki beyler; soldaki Emre,sağdaki Hamza)
İkisi de birbirinden
fırlama ve hazır cevap. Hamza Hasankeyf'te oturuyor. Evinin manzarası
Hasankeyf. Ama taşınacaklarmış. Yoksa ölürüz burda nasıl yaşayalım dedi.
Hasankeyf denilince unutmayacağım kişiler de Hamza ve Emre. Şimdi facebook
arkadaşım. Bilgisayar ve telefonu yokmuş ama İnternet kafe diye birşey varmış:)
Mardin'den neler
alınabilir?
Badem şekerleri çok
farklı. Rengi mavi ama boya değil kesinlikle. Bu şekerler Lahor ağacının kökünden elde edilen boyayla
renklendiriliyormuş. Hani eskiden bebeklerin ağzı pamukçuk olunca mürekkep gibi
bir şey damlatırmış. İşte o da lahor ağacının kök boyasıymış.
Bıttım sabunu... Saça faydası varmış.
Telkari
Gümüş takı
Tepsi
Artukbey'e gitmenizi öneririm aslında...Leblebi, sumak,
kırmızı toz biber, menengiç kahve,vs.. Herşey var ve hediyelik için çok şık
kutular hazırlamışlar.http://www.mardinkuruyemis.com/
ve Şal