Yazımı okumadan önce sizden küçük bir ricam olacak. Ben yazımı aşağıda linkini bulabileceğiniz, en sevdiğim Karadeniz türküsü'nü dinleyerek yazdım. Sizinde okurken dinlemenizi çok isterim. Umarım benim kadar keyif alırsınız. Buyurun tıklayınız:
Müzikleriyle, nehirleriyle,dereleriyle, asi doğasıyla, insanıyla, şivesiyle, coştukça coşan ve coşturan yeşiliyle, beni kendine çeken Karadeniz'e gittim nihayetinde.
İzmir'den 2 saatlik uçuş ile vardığımız Trabzon öncelikle beni havasıyla şaşırttı. Valizime ceket, kazak, şemsiye aldığım için kendime az kızmadım. Karadeniz benim bulunduğum tarihlerde İzmir'den sıcaktı. İnanılmaz nemli ve güneşli havasıyla kucakladı bizi Trabzon.
Rize Sahil yolundan Ayder'e doğru yola çıktık.
Evlerin, binaların konumlanması o kadar farklı ki. Düzlük arazi olmadığından dağlara, yamaçlara inşa edilmiş binalar ilk dikkatimi çeken şey oldu. Buraya bu evler nasıl yapıldı diye düşünürken aklıma genelde müteahhitlerin Karadenizli oldukları geldi. Adamlar o yamaçlara ev yapabiliyorlarsa düz zeminde neler yaratırlar diye düşünmeden edemedim.
Ne yazık ki tur programımızda olmadığı için ben "rafting" yapamadım. Ama zaten Ağustos ayı derenin en zayıf aktığı dönemmiş. Rafting için en uygun zaman Mayıs-Haziran ve Temmuz aylarıymış. Bir daha sadece rafting için gidilmeli diye notumu aldım.
Biz Rafting yapamadık ama Fırtına
Deresi manzarası eşliğinde Karadeniz’in ünlü tereyağında pişen kırmızı benekli
alabalıklarının, mısır ekmeğinin ve mıhlamasının tadını çıkardık.
Arkasından Fırtına
Deresini ve Çamlıhemşin’i geçip Hala deresini takip ederek 1350 m yükseklikteki
Ayder Yaylasına çıktık. Ayder Yaylası yeşilin bin bir türünü içinde
barındırarak oksijen dolu havasıyla bizi bambaşka yerlere götürdü. Sisin iyice
alçalması ve yeşil ile buluşmasıyla oluşan manzara görülmeye değerdi.
Bizim kaldığımız otel fena değildi ama diğer yayla otelleri nasıldır bilemiyorum. 3 kişi çatı katında kaldık. Odada pencere yoktu. Odamızı değiştirelim diye lobideki görevliyle konuşunca Karadeniz mizahına tanıklık etmiş olduk. 3 bayan kaldığımız oda için görevli "isterseniz kapıyı açıp uyuyun " dedi. Bunun mümkün olmadığını söyleyince "zaten gece soğuk olur merak etmeyin" diyerek içimize su serpti.Başta inanmasakta akşam gerçekten de serindi. Yazın yorgan örttük diyebilirim.
Ayder Yaylası büyülü bir yer. Kendimi kartpostalın içine girmiş, tüm yeşillikleri gözlerimle görüyor, doğaya dokunuyorum gibi hissettim. Sanki orada dolaşmam o güzelliğe aykırıydı. Akşam ise kömürde pişen kahvemizi yanında ikram edilen mısır unundan yapılmış helvamızla içtik.
Milliyet gazetesinde çıkan haberde şu ifade kullanılmış "Yaya olarak sınırı geçmek isteyen ve yürüyüş tünellerinde de saatlerce sırada bekleyen vatandaşlar da oluşan izdiham nedeniyle zor anlar yaşadı." Yaşanılan eziyetin ne kadarını ifade ediyor bilemiyorum ama böyle bir rezalet olamazdı.
![](https://encrypted-tbn1.gstatic.com/images?q=tbn:ANd9GcR9C0FDEhJ5Jj2r0r3fKTswgq57uw3BxnB3XTbIdgw9K2f9hw0Ysw) |
Bu fotoğraf google görsellerden alınmıştır. Fotoğraf çekebilecek,makinamı çıkarabilecek alanım yoktu ne yazık ki! |
Sıcakta üst üste yaşanılan arbede yetmiyormuş gibi 3 tane görevliden biri de nereye gittiyse gitti. O kadar kişi için sadece 2 görevli vardı. Havalandırma, klima zaten yok, olan oksijende tükendi. Bir daha gider misin deseler zorunlu olmadığım sürece tabiiki gitmem. Ancak şöyle de bir gerçek var; Batum'u çok merak ediyordum. O tarafa gitmişken görmeden dönmek istemezdim. Özellikle Botanik Bahçesi harika bir yerdi. Zorluklara göğüs gererim, illa gideceğim diyenlere tavsiyem kesinlikle Botanik Bahçesine gitmeleri.
Batum'da ayrıca Casinolar bolca var. Casinolara ilgi duyan kişiler için önemli bir merkez olabilir. Şehir Merkezindeki Oteller şık ve ilgi çekiciydi.
Sarp sınır kapısında hem girişte hem çıkışta yaşanılan kabus bittiğinde Türkiye’ye döndük. Yaşanılan saatleri unutmak üzere kendimizi Uzungöl'e attık. Yeşilinden midir bilinmez sinirlensen bile ağaçlar sakinleştirici etkisi yaratıyor. O gece etrafı tamamen çam ormanlarıyla kaplı Uzungöl Yaylasındaki otelimizde
konakladık.
Üçüncü günün sabahı ise Uzun
Göl’ün muhteşem manzarası eşliğinde yürüyüşümüzü yaptık. Yeşilin her tonunun
olduğu, doğa harikası “Uzun Göl"de yapılan yürüyüş ömre bedeldi.
Uzun Göl’den ayrıldıktan
sonra "Özçay Çay Fabrikası"na gidildi. Çay üretimi, çayın nasıl işlendiği, hangi
aşamalardan geçtiği hakkında detaylı bir şekilde bilgi aldık. Tabii sanki İzmir'de çay yokmuşcasına kutu kutu çaylarımızı aldık.
Karadeniz’e özgü ünlü Sürmene
Bıçakları için durduğumuz noktada ise bıçaklarımızı aldık. Ben yöre de ne meşhur ise almayı çok severim. Bıçağımı da aldım tabiiki. Çokta memnun kaldım eve gelince. Tavsiye edilir.
Sonrasında Sümela
Manastırı’na gitmek üzere Maçka’ya doğru yola çıktık. Sümela Manastırı’na havanın
çok yağışlı olmasından dolayı yolun tehlikeli olabileceğinden ertesi gün çıkma
kararı alıp Manastır'ın aşağısında Karadeniz'e özgü öğle yemeklerimizi yedik. Burada mıhlamaya kuymak diyorlamış. O nasıl bir lezzettir!
Dördüncü gün sabahın erken
saatlerinde Sümela Manastırı’na doğru yola koyulduk.
Deniz seviyesinden 1.150 m
yükseklikteki Sümela Manastırı’na ulaşmak için belli bir yere kadar otobüs ile
gidip, yolu minibüslerle devam etmek gerekiyordu. Sonrasında ise tekrar bir
yürüyüş yolu ile yukarıya doğru çıktık.
Yol uzun ve meşakkatliydi ancak
yukarıya çıkıldığında tüm zorluklara değdiğini gördük.Sanki ağaçlar basamak olmuş Manastıra çıkmak için.
Sümela Manastırı’nın tarihi
dokusu, enfes manzara ile birleşmiş, bambaşka bir dünya oluşmuş.
Kilisenin MS 365-395
tarihleri arasında inşa edildiği sanılmakla birlikte, kilisenin içerisinde
gördüğümüz freskler günümüze kadar gelmiş olmasıyla inanılmazdı. Yalnız ne yazık ki yerli ya da yabancı turistler fresklerin üzerine isimlerini kazımışlar. En tahammül edemediğim, büyük cehalet olarak gördüğüm bir harekettir. Kızdım ve üzüldüm açıkçası.
Sümela Manastırı’nı ve hikâyesini
http://v3.arkitera.com/h30184-sumela-manastiri-ve-efsaneleri.html arkamızda bırakıp, ünlü Zigana Geçidi’nden geçerek Torul’a gittik. Karaca
Mağarası’na doğru yola çıktık. Karaca Mağarası kesinlikle görülmeye değer. Mağarada
damlataşı şekilleri, sarkıtlar, dikitler, sütunlar gibi birçok doğa harikasını
bir arada gördük.
Ayrıca Karaca Mağarası’nın
havası astım hastalığı başta olmak üzere birçok solunum hastalığına iyi
gelmekteymiş.
Buradan sonra Trabzon’u
tepeden gören Soğuksu semtine çıkıp Atatürk Köşk’ünü gezdik. Dantel gibi
işlenen bembeyaz Atatürk Köşk’ü mimari yapısıyla göz dolduruyor.
Sonrasında telkâri ve
kazaziyeleri ile ünlü Trabzon’da alışveriş yapma imkânı bulduk. Açıkçası ben Mardin'den daha önce Kazaziye takı aldığım için buradan almadım. Ama asıl Karadeniz'in kazaziyesi meşhurmuş. Onu da öğrenmiş olduk.
Karadeniz kesinlikle insan hayatında en az bir kere görülmesi gereken yerlerden. Fırsat bulursanız kaçırmayın derim.
Sümela Manastırında çektiğim video ile Karadeniz sayfasını kapatıyorum.
Buarada Of'Lu Ali'nin CD'sini dinledik yol boyunca ve gülmekten kırıldık. Karadeniz Fıkraları CD'sini de almanızı öneririm.
Karadeniz'e gitmişken fıkra dinlemeden olmaz daaaa :)
Not: Bu güzel fotoğraflar için Ece Aras'a teşekkürler!